Belki felsefenin ilk ve en temel sorusu budur. Tarihin her çağ ve coğrafyasında hayatın anlamı sorgulanmış, hayatın nasıl başladığı, kim olduğumuz, varoluşumuzun nedeni, nasıl yaşanması gerektiği gibi ek sorularla derinleşmiştir. İlk felsefeciler hayatı anlamlandırmaya çalışırlarken aslında “nasıl yaşamalıyız” sorusunu da cevaplandırıyorlardı. Doğu’da da Batı’daki pek çok düşünürün vardığı sonuç, hayatın anlamı erdemli, mutlu veya sevgi dolu bir yaşam sürmek, ölüm gerçeğiyle sağlıklı şekilde yüzleşmekti. Soruyu ilk soran felsefecilerden biri Soktrat’ın öğrencisi Anisthetes’in Kinik öğretisine göre hayatın amacının doğayla barışık bir şekilde sade bir yaşam sürmekti. Para, pul, güç ve iktidarın kof ve gelip geçici olduğuna inanan Kinikler insanın kendine yetebileceği, dünyanın herkese ait olduğunu hatırlamamız gerektiğini söylüyorlardı. Anisthetes gibi Sokrat’ın öğrencisi olan Platon, Devlet adlı eserindeki bir diyalogda hayatın anlamını “daha çok bilgi sahibi olup” her şeyin adil ve iyi olduğu ideal dünyaya bu öğretilerle inşa etmek olduğunu söylüyordu. Platon’un öğrencisi ilk rasyonalistlerden Aristo’ya göre mantıklı bir varlık olan insanın amacı iyi olmaktı. Oğlu için kaleme aldığı Nikomakhos’a Etik adlı kitabında iyi olmak başka şeyleri elde etmek amacıyla değil eudaemonia ya da esenlik/mutluluğa ulaşmak için olmalıydı. Sokrat’ın bir diğer öğrencisi olan Aristippus ve müritleri hayatın amacının keyif almak olduğunu savundular. Hayattaki tüm acıları olabildiğince öteleyip keyif almaya çalışmak hedonizm felsefesini tanımlıyor. Hayat amacının hedonizm olduğunu savunan bir başka ekol de Epikürizmdir. Fakat Epikür’ün felsefesi Hedonistlerden çok farklıdır. Hayatın amacının arkadaşlarınızla huzurlu, mütevazı ve bilge bir yaşam sürmek olduğunu söyleyen Epikür düşüncelerini pratiğe vurmuş, komün hayatı yaşamıştır. (Marx’ın doktora tezinin Epikür üzerine olması tesadüf değildir). Sanılanın aksine zevk-ü sefa içinde yaşamamış, ekmek ve su ile beslenmiş, küçük şeylerden mutlu olmayı öğütlemiştir. Stoacılara göre hayatın anlamı mantığımızı kullanarak acılardan kaçmaya çalışmaktır. İnsan, aklını ve kendini kontrol mekanizmalarını kullanarak “öfke, haset ve kıskançlıkları” gibi temel temayüllerinden kurtulabileceklerini iddia ederler. Bunlardan arınmış insan mutlu olabilir. Semavi dinlerde hayatın anlamı tek tanrıya inanıp onu yüceltmek, onun öğretileri doğrultusunda yaşamak olmuştur. Hinduizm’e göre hayatın dört amacı vardır: en önemlisi Mokşa ruhun özgürlüğü anlamına gelir; Samsara denilen reenkarnasyon zincirinden çıkmaktır. Dharma etik ve erdemli, şiddette başvurmadan yaşamayı öğütler. Üçüncü ama Arta zenginlik ve refaha kavuşmaktır. Son olarak da Kama sevgi, dünyevi hazlar ve isteklerin gerçekleşmesidir. Budizm’e göre dünyadaki acıların asal nedeni şeylerle oluşturduğumuz sağlıksız bağlardır. Nihai amaç hislerimize hakim olup Nirvana’ya ulaşmaktır. İnsan böylece ızdırap da hissetmez. Aydınlanma çağına gelindiğinde felsefeciler Ortaçağ boyunca metinlerin üzerine işlenmiş dini meseleleri bir tarafa koyup insanın özüne indiler. Rousseau ve John Locke gibi liberal düşüncenin fikir babaları bireyin toplumla ilişkisini inceleyip eşitlik, özgürlük ve vatandaşlık haklarımızın olduğunu, hayatın anlamının bir vatandaşın toplumuyla kurduğu denge ile ilintili olduğunu öne sürdüler. Çoğu Aydınlanmacı feylesof rasyonaliteyi ön plana çıkarırken İskoç düşünür David Hume insanın bir hayvan olduğunu hatırlatıp mantıktan çok duygularıyla hareket ettiğini söylüyordu. Hume’a göre hayatın anlamı duygularımızı dizginlemeye öğrenip kendimiz ve çevremizle barışık olmamızdan geçiyordu. Bu gerçeği kabul ettiğimiz takdirde daha huzurlu ve mutlu olabilirdik.